17 Tem 2008

ÖN YARGILAR

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın vardı. Kadın, kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başladı.
Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmazdı. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşmıştı.
Birkaç ay sonra kadının çocuğu doğdu. Tek başına tüm zorluklara göğüz germek ve yavrusuna bakmak oldukça zordu.
Günler geçti. Kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kaldı. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardı. Aradan biraz zaman geçti ve anne eve geldi. Gelinciği ve kanlı ağzını gördü. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırdı ve oracıkta öldürdü hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyuldu. Anne odaya yöneldi Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış yılanı gördü.

LEYLA ve MECNUN

Ey Rabbim! Aşk belasıyla beni tanıştır
Beni bir an bile olsa; aşk belasından ayırma!

Detlilerden yardımını uzak tutma.
Yani beni daha çok belalara müptela eyle!

Ben var oldukça, beladan, isteğimi uzaklaştırma!
Ben belayı isterim, çünkü bela da beni ister.

Sevgi belasıyla ağırbaşlılığımı gevşetme!
Ta ki dostlar beni kınayıp vefasız demesinler!

Gidip geldikçe, sevgilimin güzelliğini arttır,
Sevgilimin derdine beni daha çok mübtela et.

Ben nerede, mevki ve itibar kazanma nerede?
Bana yoksulluk ve yokluk ulaşma kabiliyeti ver

Senden ayrıyken, bedenimi öyle zayıf kıl ki,
Bahar yeli beni sana kavuştursun.

Fuzûlî' nin nasibi gibi beni gururlandırıp,
Ey Rabbim, asla beni bana bağlı kılma!

Sonunda yar, ağlayıp inlememize acıdı ve
Bugün hüzünler evimize ayak bastı.

Gözyaşı yağmurum, demek, öyle tesir etti ki,
Gül bahçemizde taze bir gül dalı düşürdü.

Ah ateşinin bizi yaktığı,
Ayrılık gecesini aydınlatan meş' aleden bellidir.

Eğer ağlayan gözümüzde uyku olsaydı,
Bu kavuşma uyku halinde görülen bir rüya demek mümkün olurdu.

Gördüğümüz bir hayal mi?
Yoksa sevgilinin yanımıza geleceği aklımıza bile gelmezdi.

Ey can ve gönül! Sevgili, misafirimiz oldu!
Neyimiz varsa, misafirimizin ayaklarına dökelim.

Ey Fuzûlî! Sevgilinin kasdı, canımızı almakmış.
Gel.. Güzel uğruna can vermeyi kendimize bir borç bilelim.

**
Fuzûli' nin 1535' te yazdığı
Leylâ ve Mecnûn adlı mesnevîsi.

BABA İLE OĞUL

Yoksuldu baba...

Çok zor kosullarda, zar zor büyüttü oglunu...
emedi ona yedirdi, giymedi onu giydirdi.

En büyük ideali yavrusunun kendi ayaklari üzerinde durabildigi günleri görüp Avrupa'ya yerlesmekti.

Orada iyi para kazanacak, bundan böyle adam gibi yasayacakti.

***

Zamanla oglan büyüyüp serpildi, bagimsizligini ilan etti.

Ancak bir arkadasiyla ayri evde oturdugu halde, kendi harçligini çikaramiyor, hala babasinin eline bakiyordu. Üstelik ev arkadasiyla da kavgaliydi. Baba yine de her eziyete katlaniyor, disinden tirnagindan artirdigini ogluna aktariyordu. Ne de olsa o, kendi kanindan, kendi soyundandi.

Bir yaz günü, oglanin evinde büyük bir kavga koptu.

Evladinin dövüldügünü duyan baba sopayi kapip evi basti; öfkeyle oglunun ev arkadasinin kafasini yardi. Tabii bütün mahalle ayaga kalkti.

Herkes babayı suçladi.

Adi "belali"ya çikmisti.

***

Yillar geçti... Baba bir daha dayak yemesin diye, oglunun yanindan hiç ayrilmadi; ona as, para, silah verdi, yanina adam koydu.

Artik yavrusunun güvencede oldugunu düsünüyor, kendi düslerinin pesine düsme vaktinin geldigine inaniyordu. Yeni bir hayata kanatlanmak üzere vize kuyruguna girdi. Ancak "Sen giremezsin"dediler, "Haneye tecavüz etmissin".

"Ama oglumu dövüyorlardi" diyecek oldu, dinlemediler. Yikildi baba... Yavrusunu koruma ugruna büyük idealinden olmustu. Kimi dostlari "Oglani evlatliktan reddet,
kurtul. O zaman alirlar seni" dedi.

Baba "Insan hiç oglundan vazgeçer mi" diye direndi, dinlemedi.

***

Gel zaman git zaman, yoldan çikti bizim oglan... Kirli islere bulasti. Evinde uyusturucu ticareti yaptigi, silah sakladigi, kanun disiislere bulastigi haberleri geliyordu. Babasindan zengin hale gelmisti, ama hala ondan harçlik aliyordu. Üstüne üstlük babasini da sevmiyor, "Basima ne geldiyse senin yüzünden" diye dikleniyordu. Zavalli adamcagiz, onu kollayacagim diye hem fakirlesmis, hem yalnizliga itilmis, hem de istikbal planlarini ertelemisti. Simdi kendisini sevmeyen problemli bir oglanla bas basa kalmisti.

***

Sonra bir gün, araya aracilar girdi, oglan ev arkadasiyla baristirildi. Eski kavgalari unuttular, birlikte vize alip güle oynaya Avrupa'nin yolunu tuttular. Babanin düslerinin ülkesiydi orasi... Baba "Madem onlar baristi, ben de gideyim" diyecek oldu, ama yine ayni gerekçeyle kapidan kovuldu: "Sen bir süre daha bekleyeceksin. O arada sicilini düzeltmeye çalis."

Simdi baba, bir yandan ogluna harcamaktan biriktiremedigi paralari biriktirmeye, bir yandan da oglu yüzünden bozulan sicilini düzeltmeye çalisiyor. Ve boynunu büküp, eski kavgalisiyla, el ele kendi mutluluk diyarina uçan oglunun ardindan el salliyor:

"Oglum, Kıbrıs'ım!

Sen mutlu ol yeter... Belki bana da bir gün verirler. Ben de bir gün yüzü görürüm."

CAN DÜNDAR

NEDENMİ SEN?

İnsanların verdiği hayat sevgidir. Niçin yalnız sana yazdığımı sorma, niçin yalnız sana geldiğimi...

Sana gelişim işte bundan. Sen aşkı anlatıyorsun, yaşatıyorsun bana. Çünkü yaşıyorsun.O sözlerin kalbinden geldiğini kalbime vuruşundan anlıyorum ben. Sözlerin değil beni sana bağlayan, O sözlerini manasına vurgunum.


Niçin mi sen?


Sen benden önce vardın, varoluşun bu yüzden. Ve sen benden sonrada varsın, sana tutunmam aşka ve varlığa duyduğum özlemden!



Sen benim sözlerimsin. Seni kalbime koyuşum bundan. Ve sen dostsun. Ruhuma sığınak ararken haykırmam hep bu yüzden...


Ve sen dostsun, arkadaşsın. Sen içimi koruyan bir elbisesin. Ben ruhunun çıplaklığını örtüğün tenim. Sen de bunları yaşıyorsun ama saklıyorsun kendinden. Kalbinin sesini dinle bir an. Duyacak o zaman sevginin ve aşkın sesini. Bir liman aradığını ve bu limana sığınmak istediğini...

Olmayan Sevgiliye Mektup

Karanlık ruhumun aydınlık kaynağı bir tanecik sevgilim. Bu ağustos ayında bile sensizliğin verdiği soğukluk her yanımı sarmış ve ben üşümekteyim. Gece olup ta yatağıma uzandığımda seninle koyuyorum başımı yastığa ve seni yaşıyorum aslında benim bile olmadığım yatağımda. Sabahları seninle uyanıyor, seninle güne başlıyorum ve seninle devam ediyor alışılagelmişliklerim. Sen öyle sarmışsın ki yüreğimi başka bir sevinç sığdıramıyorum seninle dolu olan yüreğime. Beni mutlu etmeye yetmiyor mutluluğumu sağlayacak hiç bir şey, çünkü senin hayalinle dolu şu gönlüm, zaten hat safhada mutlu. Ne görüyor, ne duyuyorum başka bir şeyleri, sadece sen. Sadece seni görüyor ve seni duyuyorum her saniyemde.


Belki sen bu mektubu okumayacaksın, bekli de okuduğunda bile sana yazıldığını bilmeyeceksin. Bu mektubum sanadır oysa, sen bilmeyecek olsan da. Evet sana dokunamıyor, seni öpemiyor ve saçlarını okşayamıyorum belki, belki seni sevdiğim fısıldamaları kulağında yankılanmıyor ve belki gözlerim gözlerine bakarak seni çok özlediğimi haykırmıyor düşlerinde. Ama benim düşlerimden hiç çıkmıyor lalelerdeki masumluğu, papatyalardaki aydınlığı ve güllerdeki güzelliği kıskandıran siman. Sensizlik bir sarmaşık gibi sarmış yıldızlarla gök yüzünü paylaşamayan yüreğimi.
Biliyorum buna ilaç değil seni düşlerimde yaşatmak. Ama ben bıkmadan olmayan seni taşıyorum kalbimin en temiz ve gizli köşesinde. Ve şunu diyorum her seni düşündüğümde.


“Kurak topraklardaki çiçeklerin, yağmuru sevmesi seni sevmek ve seni sevmek her yağmur yağdığında hüzünlenip gülümsemek…

Bu mektup temiz duygularla bezenmiş ve satırlara işlenmiş olup, olmayan sevgiliye adanmıştır…

GERCEK ASK


Telefonun alarm sesiyle uyandı, başında şiddetli bir ağrı vardı. “hiç canım işe gitmek istemiyor, arayıp gelemeyeceğimi söylesem mi acaba?” diye düşünürken el yordamıyla susturmak için telefonu arıyordu. Birden elini oynatamadığını fark etti, kafasını güçlükle kaldırdı, göğsünden kablolar sarkıyordu. Gözünü sağa çevirdiğinde elinin sargılarla kaplı olduğunu gördü. Alarm sesinin telefondan değil bağlı bulunduğu cihazlardan geldiğini anladığında ağzından istemsiz bir inilti çıktı. “doktor bey hastamız kendine geliyor” diyen hemşirenin sesi gitgide uzaklaşırken tekrar kendinden geçti.
Saatler sonra kendine geldiğinde tüm vücudunun sargılarla kaplı olduğunu gördü. “Ne oldu bana, neredeyim ben?” dedi zorlukla. İçeri giren yaşlıca doktor ayakucundaki raporlara şöyle bir göz attıktan sonra yanına geldi ve “geçmiş olsun delikanlı, büyük bir yangından sağ kurtuldun” dedi “oradan sağ çıkman mucize, bir haftadır buradasın ve daha uzun süre bizimle kalman gerekecek” diye de ekledi.
“yalvarırım oğlumuzu gösterin bize” diyen annesinin sesini tanıdı, doktorun “sadece iki dakika” demesiyle annesi, babası ve kız kardeşi içeri girdiler. Annesi “oğlum, yavrum” diye ağlıyor, babası ise “sus kadın çocuğun yanında ağlama” diye kızıyordu. Kız kardeşi ise sargılar içindeki eline sarılmış sessizce gözyaşı döküyordu. “Nazan nerede, o iyi mi?” diye sordu, “o iyi” dedi kardeşi “birkaç gün sonra taburcu olacak o zaman seni görmeye gelir”.
Nazan onun nişanlısıydı, lisede başlayan aşkları aynı üniversiteyi kazanmalarıyla daha da büyümüş, beraber geçirdikleri üniversite hayatı ile bambaşka boyut kazanmıştı. Geçen yıllar aşklarını eskitmek şöyle dursun zirveye çıkarmıştı. En büyük hedefleri bir an önce okulu bitirip hayata atılarak evlenmekti, birbirlerine kavuşacakları günü iple çekiyorlardı. Bu hevesle okullarını hiç sene kaybetmeden bitirdiler, mezuniyetten hemen sonra kendisi askere giderken Nazan büyük bir şirkette işe başladı. Askerliğini kısa dönem er yapmak için bilerek asteğmenlik sınavını kazanmadı ki bir an önce sevdiğine kavuşabilsin. 6 aylık kısa dönem kendisine 6 yıl gibi gelmişti yine de. Terhisten hemen sonra nişanlandılar…
İkisi de çok mutluydular nişanlı olduklarına inanamıyorlar, sürekli yüzüklerine bakıyorlardı.Nihayet kendisi de bir ay önce başka bir firmada işe girmişti.
O gün ilk maaşını almıştı, nişanlısını akşam yemeğine çıkartmak için rezervasyon yaptırmış ve onu arayarak iş çıkışı kendisini almaya geleceğini bildirmişti. Çok mutluydu, yıllar süren bekleyiş sona erecek, hayaller nihayet gerçek olacaktı. Bu düşüncelerle bindiği taksiden nişanlısının işyerinin önünde indiğinde olağandışı bir kalabalık farketti, sirenler çalıyor, insanlar bir yöne doğru koşuşturuyorlardı. Nişanlısının çalıştığı şirketin yandığını farkettiğinde kalbi duracak gibi olmuştu, binadan çıkanların arasında Nazan’ı göremeyince deli gibi binaya koşmaya başladı. İtfayecilerin ve polislerin durdurmalarına aldırmadan içeri dalmış ve hiç beklemeden merdivenlere yönelmişti. Nazan’ın bulunduğu dördüncü kata vardığında dumandan boğulacak gibiydi, duvardaki yangın bölümünü farketti, ceketini çıkarıp kovadaki suyla iyice ıslattı ve koluna doladı, gömleğini yırtıp ağzını ve burnunu kapatacak şekilde maske yaptı ve hiç düşünmeden alevler içindeki koridora daldı. Nişanlısının odasına girdiğinde onu yerde baygın bulmuştu, kolundan ceketini çıkarıp onun yüzüne örtmüş ve kucakladığı gibi odadan çıkıp aşağıya doğru koşmaya başlamıştı. Fakat yangın alabildiğine büyümüş, geldiği yolları sarmıştı. Her yanının tarifsiz acılarla yandığını hissediyor ama gücünü kucağındaki nişanlısından alarak hiç durmuyordu. Çıkış kapısına varınca şok oldu, küçük bir koridorun sonunda bulunan kapının kirişleri çökmüş ve geçişi imkansız kılmıştı, sadece bel hizasının üstünde küçücük bir açıklık kalmıştı ama ikisinin birden çıkmasına imkan yoktu. O koridora girerse her ikisi için de ölüm kaçınılmazdı. Birkaç adım gerileyip bacaklarının bütün gücüyle kapıya doğru koşmaya başladı, alevler içindeki koridora daldığında artık yangını hissetmiyordu, son gücüyle kapıdaki küçük açıklıktan nişanlısını dışarı fırlattı ve olduğu yere yığıldı…
Sonrasını ise doktordan öğrendi, içeriden baygın bir kızın fırlatıldığı anda tesadüfen o noktada bulunan itfaiyeciler bütün hortumlarını oraya çevirmişler ve yangının bir anlık gerilemesinden faydalanıp onu çıkarmayı başarmışlardı.
Tedavi süreci çok zor geçiyordu, büyük acılar çekiyor ama nişanlısının desteği sayesinde katlanıyordu, “Nazan yanımda ya bu acılara katlanırım” diyordu kendi kendisine, Nazan’ın vücudunda yer yer yanıklar vardı ama onun koruması sayesinde yüzü aynı güzelliğini korumuştu. Günler geçiyor yavaş yavaş iyileşiyordu, onu hiç yalnız bırakmayan ailesi ve nişanlısı sayesinde morali de düzeliyordu. Ta ki sargılarının açıldığı güne kadar.
Babasının yüzündeki dehşet ifadesini görmüştü, annesi ve nişanlısı birbirlerine sarılıp ağlamaya başlamışlardı, aynaya baktığında yıkıldı, insana benzer bir yanı kalmamıştı. Yüzü korkunçtu, kelimenin tam anlamıyla korkunç. Boğazı yırtılırcasına haykırmaya başladı, hemşireler sakinleştirici iğnelerle koşuşturana kadar bağırmaya devam etti…
Günler geçmiş hastaneden taburcu olacağı günün gecesi gelmişti, odasında Nazanla yine tartışıyorlardı
-”seni asla bırakmam, bütün hazırlıklarımız tamamlandı en kısa zamanda evleneceğiz” diyen Nazan’a acı acı gülümsedi, yanık yüzünde çarpık bir ifade belirmişti,
-“merhamet seninkisi” dedi “ sana kaç kere söyledim seninle evlenmeyeceğim, bu suratla kimse evlenmez, seni kurtardığım için vefa gösteriyorsun ama istemiyorum” dedi. Nazan tam ağzını açacağı anda elini kaldırdı “ sus” dedi
-“istemiyorum merhametini dedim, git artık kendine bir hayat kur bir daha da buraya sakın gelme”
Nazan ağlamaya başladı “aşkım lütfen bana böyle davranma, seni seviyorum ben, yüzünü veya görünüşünü değil, seni” dedi
-”saçmalama, bir süre sonra ne aşk kalır ne merhamet, böyle iğrenç bir suratla bir ömür geçmez. Düşünsene sokağa çıkınca herkes bize bakacak, şuna bak diyecekler böyle güzel bir kız böyle biriyle nasıl yaşar?”
-”umurumda değil” dedi Nazan “bak benimde vücudumda da yanıklar var, sen yüzümü korumasaydın yüzüm de yanacaktı, o zaman sen beni terk mi edecektin?”
-”Yeter, fazla uzatmaya gerek yok, ben seni istemiyorum, çık git hayatımdan artık” diyerek arkasını döndü, Nazan ağlayarak odadan çıkarken kendisini yatağa atıp zorla tuttuğu gözyaşlarını serbest bıraktı, ağlamaktan bitap düşünce oracıkta uyuyakaldı.
Saatler sonra uyandığında gece olmuştu, odası karanlıktı. Burnuna çok keskin ama çok tanıdık bir koku geldi, sanki boya kokusu gibi bir şeydi ama bir türlü ne olduğunu çıkartamadı. Karanlıkta birinin varlığını hissettiği anda “uyandın mı aşkım?” diyen Nazan’ın sesini tanıdı, “sen burada ne arıyorsun?” derken bir yandan da kokuyu tanımaya çalışıyordu. “sana geldim aşkım, seninle eşitlenmeye geldim” dedi Nazan. Birden kokuyu tanıdı, tinerdi bu koku. Aynı anda Nazanın elindeki çakmağı farketti, “hayır yapma” diye haykırırken Nazanın yüzü tıpkı meşale gibi bir anda alevler içinde kaldı.
Haftalar sonra aynı odada sargıları açılırken Nazan’ın ilk sözleri “artık evlenelim aşkım” oldu…